Hakikat Ve Adalet Katliamı Olarak Bir Dava Süreci

Mahkeme

Öne Çıkan Yazılar | Featured Articles

Akp, Demokrasi, Seçimler, Dem Parti, Chp, Faşizm, Otoriterlik

31 Mart 2024 Yerel Seçimleri: Türkiye Kendini Ve Dünyayı Çok Şaşırttı!

Yazıyı Oku | Read Article

Faşizm, Psiko-politik, Otoriterlik

Psiko-politik Bir Mesele Olarak Yükselen Faşizm-1: Faşizmin Temel Özellikleri

Yazıyı Oku | Read Article

Psiko-politik, Şiddet, Travma, Terör

Terör Ve Toplum Psikolojisi

Yazıyı Oku | Read Article

Murat Paker

13 Aralık 2020[1]

 

Bu yazıyı bana bir ömür gibi gelen ve benden çok şey çalan bir davanın ardından yazıyorum. İstinaf mahkemesinin kararını 1,5 yıl sonra öğrenebildik.[2] İstinaf, çok tuhaf bir kararla yerel mahkemenin verdiği cezayı azaltarak “düzeltti” ve erteledi. Cezaevi ihtimali ortadan kalktı, başka hiçbir yaptırım ya da kısıtlama yok ama beraat kararı vermemiş oldu. “Karar değiştirme” değil de “karar düzeltme” olduğu için Yargıtay yolu da kapalı.

[Konuyu bilmeyenler, tam hatırlamayanlar, merak edenler 23 Ocak 2019’da yerel mahkemede ceza aldıktan sonra yaptığım açıklamayı okumak isteyebilirler.]

Bu konuyu düşünmek de konuşmak da yazmak da benim için çok zor. O yüzden istinaf mahkemesi kararını öğrendiğimizden beri üç ay geçti, ancak yazabiliyorum. Benim gibi mesleki ve siyasi hayatında her zaman travma mağdurlarından, ezilenlerden yana olmuş birinin eski bir terapi danışanı tarafından “cinsel saldırı” ile suçlanmış olması zaten yeterince acı bir darbe ve yıkımdı. Bunun üzerine beraat edememiş olmak ve sosyal medya linçleri de yeni katmanlar olarak eklendiler. Böyle bir şeyin başıma gelmesi ve yakınlarıma, beni seven/düşünen insanlara yaşattığım sıkıntılar/üzüntüler yüreğimi buruyor, yazmayı zorlaştırıyor. Öte yandan bana ne kadar zarar vermiş olursa olsun, diğer tarafta eski bir psikoterapi danışanım var, her şeyi olduğu gibi yazamam,[3] ama bir hakikat ve adalet katliamına maruz kalmışken bazı şeyleri de yazmam gerekiyor. Bunun dengesini bulmak da hiç kolay değil.

İstinaf mahkemesinden ciddi ceza indirimi ve erteleme olsa da beraat kararının çıkmamış olmasını, kimileri suçluluğumun (yani iddia edilen “cinsel saldırı” suçunu işlemiş olduğumun) kanıtı olarak sunmaya çalıştılar. Hatta artık “kanıtlandığına” göre bu süreçte yanımda duran veya sadece “linç kötü bir şeydir” diyen insanları “özeleştiriye davet ettiler”.[4] Oysa istinaf mahkemesi kararı eğer bir şeyi kanıtlayabiliyorsa o da mahkemenin karşı tarafın iddialarına inanmadığıdır. Ama karar tuhaftır, sürecin tamamı oldukça tuhaftır. Bütün bu tuhaflıkları anlatabilmek için kimi temel hakikatleri vurgulamaya çalışacağım. Bunu da üç bölümde yapacağım. Birinci bölümde dava sürecinin temel hatlarını ele alacağım. İkinci bölümde sürecin temel ayrıntılarına kısaca değineceğim. Son bölümde ise konuyla ilgili bilimsel literatüre dayanarak sürece dair kimi gözlem ve yorumlarımı paylaşacağım.

 

BÖLÜM 1

DAVA SÜRECİNİN TEMEL HATLARI

 

  1. TTB Etik Kurulu “cinsel taciz/saldırı bulgusu yoktur” demiştir

Aynı şikâyeti 1,5 yıl boyunca inceleyen, tarafları doğrudan dinleyen, mahkeme ile neredeyse aynı dosyaya sahip olan İstanbul Tabip Odası Onur Kurulu, 10 Nisan 2018 tarihinde olayda herhangi bir cinsel taciz/saldırı bulgusu olmadığına karar vermiştir. İtirazlar üzerine dosyayı inceleyen Türk Tabipler Birliği (TTB) Yüksek Onur Kurulu da bu kararı 9 Ekim 2019 tarihinde (soruşturmanın başlangıcından üç yıl sonra) onaylamıştır. Çok uzun yıllardır hekimlik yapmadığım için, bizce usulen beni soruşturma yetkisi olmayan bir kurum olmasına rağmen, mahkeme ile karşılaştırıldığında terapist-danışan ilişkileri/dinamikleri konusunda daha yetkince fikir yürütme donanımı olan hekimlerden oluşan bu kurulların verdikleri kararlar vicdanen daha değerlidir. Türkiye’de mevcut durumda terapist-danışan ilişkisindeki muhtemel karmaşıklıkları ele alabilecek yetkinlikte özelleşmiş bir mahkeme bulunmamakta, bu da tüm terapistler için çok ciddi bir risk yaratmaktadır. Önümüzdeki dönemde de şikayetçinin değil, terapistin kendi suçsuzluğunu ispatlamak zorunda bırakılacağı yeni davaların açılması ve yeni trajedilerin yaşanması işten bile değildir.

 

  1. Dava dosyasında hiçbir kanıt mevcut değildir

Bir miktar ayrıntısına ikinci bölümde gireceğim, ama dava dosyasında çok sayıda bilirkişi raporu ve uzman görüşü bulunmaktadır. Bunların çoğu beni destekler niteliktedir, karşı tarafın dosyaya sanki bir kanıtmış gibi sunduğu bir raporun herhangi bir bilimsel geçerliliğinin olmadığını gösteren en azından üç ayrı rapor dosyada mevcuttur. Dosyada hiçbir kanıt mevcut değildir. Ortada sadece bir beyan ve o beyanın çeşitli türevleri vardır. Dünyada yapılan çeşitli bilimsel araştırmalara göre cinsel saldırı iddialarının ihmal edilemeyecek bir kısmı asılsızdır. Yine araştırmalara göre, asılsız cinsel saldırı iddialarının arka planında yalan ve manipülasyonun dışında, başka birçok neden bulunabilmektedir. Özellikle psikoterapi gibi karmaşık ve yoğun bir ilişkide kimi durumlarda danışanın samimi olarak doğruluğuna inandığı bazı iddialar asılsız olabilmektedir.[5]

 

  1. TCK’da “cinsel saldırı” üç düzeyde tanımlanmıştır:

1) Sarkıntılık: En hafif düzey. Kısa, geçici, hafif, tekrarı olmayan, rıza olmadan bedene temas içeren cinsel davranışlar. Cezası 2-5 yıl.

2) Basit cinsel saldırı: Cinsel ilişki olmadan, rıza dışında, çok daha ciddi, ısrarlı, sürekliliği olan cinsel davranışlar. Cezası 5-10 yıl.

3) Nitelikli cinsel saldırı: Tecavüz veya tecavüz olmasa bile nüfuzu kullanmak gibi çeşitli ağırlaştırılmış sebepler eşliğinde işlenmiş basit cinsel saldırı durumları. Cezası 12+ yıl.

 

  1. İstinaf mahkemesi bu kararıyla karşı tarafın iddialarına hiç de inanmadığını ortaya koymaktadır

Söz konusu davada, karşı taraf 3. ve en ağır düzey üzerinden iddiasını kurmuş; yerel mahkeme 2. düzey üzerinden karar kurup indirimle 50 ay ceza vermiş; istinaf mahkemesi ise 1. en hafif düzey üzerinden karar kurup, cezayı 20 aya indirip ertelemiştir (yani bu 20 ay içinde kasti bir suç işlemediğim takdirde cezaevi ihtimali ortadan kalkmıştır) ve herhangi bir hak kısıtlaması yoluna gitmemiştir. Dolayısıyla kimilerinin iddia ettiği gibi bu son karar, “iddiaların doğruluğunu kanıtlamış ve artık o konuda bir tartışma yokmuş” gibi bir duruma işaret etmemektedir, tam tersine istinaf mahkemesi bu kararıyla karşı tarafın iddialarına hiç de inanmadığını ortaya koymaktadır. Zira iddialara inanılacak olsa, fiilin en hafif sarkıntılık düzeyinde kaldığını kabul etmek mümkün değildir. Ama yine tuhaf bir şekilde karşı tarafın iddialarına inanmıyorsa, beni beraat ettirmesi gereken mahkeme bunu da yapmamaktadır. Çünkü başka bir hakikat daha vardır.

  1. Türkiye’de hakikat-ötesi yargı

Türkiye’deki yargı sistemiyle ilgili çok şey yazmama sanırım hiç gerek yok. Şu anda bu konuda doğrudan belirleyici iki faktör söz konusu: 1) Sanığın siyasi iktidara ne kadar sempatik ya da antipatik geldiği ve 2) Dava konusu olayın (sosyal) medyada ne biçimde ve ne kadar işlendiği. “Hakikat-ötesi” (post-truth) Türkiye’sinde “hakikat” diye piyasaya sürülen ve yargı kararlarına doğrudan sızan şeyin siyasi iktidarın tercihleriyle (sosyal) medya gürültülerinin etkileşimi olduğu maalesef hepimiz tarafından bilinen bir gerçek. Benim gibi öteden beri iktidarı (ve de genel olarak egemen siyasi kültürü) açıkça eleştiren birinin ise hem siyasi iktidar tarafından antipatik bulunduğu hem de (sosyal) medya cephesinde çeşitli çevreler tarafından oldukça negatif bir gürültüye maruz bırakıldığı için mevcut yargı düzeninde ne kadar masum olursa olsun pek bir şansının olmadığı ortadadır.

İstinaf mahkemesi, benim gibi biri için gözünü kırpmadan yerel mahkemenin kararını (hatta ağırlaştırarak) onaylayabilecekken ve bunu yaptığında hiç başı ağrımayacakken, karşı tarafın iddialarına hiç uymayacak bir şekilde cezayı indirime ve ertelemeye tabi tutması, aslında asgari kuralların geçerli olduğu makul bir dünyada rahatlıkla beraat etmem gerekirken, çeşitli dengeler gözetilerek “orta yollu” bir çözüm bulunduğunu göstermektedir, başka hiçbir şeyi değil. İstinaf mahkemesinin kararını iddialar kanıtlanmış gibi alkışlayanların hemen hepsi her vesile ile yargıya hiçbir güvenleri olmadığını açıklarken, işlerine yarayan bir yargı kararı elde ettiklerini düşündüklerinde bunu bize sanki bütün tartışmaları bitiren mutlak bir hakikatmiş diye sunmaya çalışmaları mantıksal tutarlılıktan yoksundur. Beraat etmiş olsaydım aynı çevrelerin aynı mahkemeyi yerin dibine batıracaklarını düşünmek de çok yanlış olmayacaktır.

 

BÖLÜM 2

DAVA SÜRECİNİN TEMEL AYRINTILARI

 

  1. Arkaplan

Olay, 30 yıllık mesleki tecrübesi olan erkek bir terapist olarak benimle, beş yıldır her hafta 45 dakikalık düzenli terapi seanslarında gördüğüm kadın bir danışanım arasında, yaptığımız 194 terapi seansının sonuncusunda cereyan ediyor. Bu beş yıl boyunca danışanı iki kez psikiyatriste ve bir kez çift terapistine yönlendirmişim. Danışanı değerlendiren psikiyatrist, mahkemeye sunduğu tanıklığında danışanın kişilik yapısının bu tarz iddiaları kurabilmeye uygun olduğunu söylüyor ve danışanın tanısal değerlendirmesinde terapist ile fikir birliği içinde: Danışanın büyük ölçüde çoklu ve ağır travmalarla dolu geçmişine bağlı olarak ciddi kişilik ve duygudurum sorunları yaşadığını gösteren tanıları var. Psikiyatrik tedavisi ve terapisi de bu eksende ilerliyor.[6] Benimle terapiye başlamadan iki yıl önce yine oldukça riskli durumlar yaşadığı için başka bir psikiyatristten bir süre ilaç tedavisi görmüş.

 

  1. Olay

Olay, 10 Ekim 2015 Ankara tren garı saldırısı sonrası bir seansta (2015 Kasım ortası) danışanın duygusal, bilişsel ve bedensel olarak tam bir ketlenme içinde olması, içe kapanması, nefes alma zorluğu gibi yoğun kaygı belirtileri göstermesi, tüm soru ve önerilerimi uzun süre cevapsız bırakması ve hiç göz teması kurmaması üzerine seansın sonuna doğru, bir psikolojik acil durum olup olmadığından endişelenip koltuğumdan kalkarak göz teması kurması için danışanın omuzuna hafifçe dokunmam ve sakin olmasını/rahatlamasını söylemem ile başlıyor. Bunun üzerine, yoğun kaygı ve çaresizlik hisleri nedeniyle ve belki de (zaten terapimizin ana teması olan) kendi geçmiş çoklu travmatik deneyimlerinin tetiklenmesinin etkisiyle danışan hiç beklemediğim bir şekilde boynuma sıkıca sarılıyor. Beklemediğim bu durum karşısında ne yapacağımı tam olarak bilemez halde, titreyen, zor nefes alan danışanı itmeden rahat nefes almasına ve gevşemesine odaklanarak rahatlatıcı cümlelerle sakinleştirmeye çalışıyorum. Bir iki dakika içinde büyük ölçüde sakinleşiyor ama buna rağmen sarılmayı sürdürmek istemesi üzerine o duruma son verip koltuğuma dönüyor ve biraz önce ikimizin arasında olanlar üzerine konuşmak istediğimi söylüyorum. Çok kızgın ve kırgın bir şekilde seansı terk ediyor.[7] Ortada benim açımdan ne benden ona ne de ondan bana cinsel bir yöneliş yok, sadece psikolojik olarak çaresiz, dağılmış ve kaygılı hisseden bir danışanımın aşırı bir yakınlık ve teselli arayışı, o durumdayken benim onu kısa bir süre teselli etmeye ve sakinleştirmeye çalışmam, bir süre sonra buna son vermem ve bunun karşısında gelişen bir kırgınlık ve öfke tepkisi var.

Danışan ise mahkemeye sunduğu (ve benim olaylı seanstan 10 ay sonra haberdar olduğum) ifadesinde, kötü hissettiği bir seansta benim onu rahatlatmak için yanıma çağırdığımı, sarıldığımı, öpmeye çalıştığımı, gitmesine birkaç kez engel olduğumu, cinsel arzumu hissettiğini, daha ileri gidebileceğimi anladığı için bir noktada seansı terk ettiğini söylüyor. “Evet bize de sonradan olayı böyle anlatmıştı” diyen birkaç tanığı da var.[8]

Ben ise olaylı seanstan hemen sonra o sırada yan odada çalışan terapiste ve ilerleyen günlerde zaman zaman mesleki destek aldığım bir başka terapist meslektaşıma fikir almak/danışmak için bu durumu anlatıyorum ve bu iki meslektaş mahkemede tanıklar.

 

  1. Telefon mesajı

Dava dosyasında karşı tarafın sanki bir kanıtmış muamelesi yaptığı iki parça var: 1) Bir telefon mesajı, 2) bir adli tıp bölümünden alınmış bir değerlendirme raporu

Danışan o olaylı seanstan sonraki seanslarına habersiz gelmeyince ve telefonla aramalarıma cevap vermeyince, danışana bozulan terapi ilişkisini onarıp tekrar terapiye davet etmeye yönelik “kırdıysam özür dilerim” ifadesini de içeren bir telefon mesajı yollayıp ve tekrar seansa davet ediyorum.[9] Bu mesajdan tanıklarımın da haberi var. Bu tarz bir özrün bozulan terapi ilişkilerini onarmaya yönelik olarak kullanılabileceğine dair dosyada iki tane uzman raporu var. Ama özür dileme kültürünün çok gelişkin olmadığı ülkemizde özür dilemiş olmak sanki sadece suçun/kabahatin kanıtı gibi düşünülebiliyor. Oysa ki ilişkisel psikoterapilerde terapi ilişkisinde ortaya çıkan bir arızanın sorumluluğu hiçbir şekilde sadece danışana yüklenmez, terapist de elini taşın altına koyar ve o arızayı tamir etmek için öncelikle meseledeki kendi payını dillendirmeye çalışır ki danışan da benzer bir yol izleyebilsin. Bu somut olayda da ben o aşamada, altüst olmuş ve çaresiz durumdayken bana sarılmış, belki de böylece güvende olduğunu ve yalnız olmadığını hissetmek istemiş, ama hemen ardından itildiği/terkedildiği duygusuna kapılmış olduğunu düşündüğüm bir danışandan bu terk edilmişlik hissini ve devamında kırgınlık/öfke hislerini yaşamasına neden olduğum için özür diliyorum ve bu sayede bu zorlukları konuşabilmek anlayabilmek için bir yol açmaya çalışıyorum.

Şöyle de düşünülebilir: 30 yıllık terapist tecrübesi olan benim o aşamada eğer danışanın zihninde “cinsel tacize/saldırıya” uğramışlık algısı olabileceğine dair en ufak bir kuşkum olsa kendi elimle öyle bir mesaj gönderir miyim? Bütün bunlar ve uzman görüşleri mahkemeye sunulmuştu.

 

  1. Adli tıp raporu

Dava dosyasında karşı tarafın bir adli tıp bölümünden (resmi Adli Tıp Kurumu değil) almış olduğu bir rapor var. Bu rapora bakınca özetle şunu görüyorsunuz: Bu danışanın daha önce hiçbir psikolojik sıkıntısı yokmuş, hayatında hiç riskli durumlar yaşamamış, hiç psikiyatrik tanı almamış, hiçbir ciddi problemi olmamasına rağmen beş yıldır nedense düzenli terapiye gidiyormuş, son seansta terapisti ona cinsel saldırıda bulunmuş, bu yüzden travmatize olmuş ve bu travmatizasyonun doğrudan nedeni bu cinsel saldırıymış.

Bu rapor konusunda, rapor verme iktidarının nasıl istismar edilebileceğinin mümtaz bir örneği ile karşı karşıyayız. İdeal durumda olması gereken nedir? Bir hekim ya da psikolog kendisine başvuran kişiyi bütün önyargılarından olabildiğince arınmış olarak ve olabildiğince nesnel bir şekilde değerlendirir ve ona göre raporunu yazar. Burada ise öyle olmuyor. Tesadüfen ya da değil, bu danışan benimle olan terapiyi bıraktıktan sonra bu “cinsel taciz/saldırı” konularında, sadece beyana dayanarak kesin fikir sahibi olma becerisine sahip önceden tanıdığı kimi uzmanlarla temas kuruyor, rapor vb. sürecini bu uzmanlar “arkadaş ağı”[10] içerisinde hallediyorlar. Burada artık hakikatin ortaya çıkması ve adaletin gerçekleşmesi değil mesele, mutlak hakikate dair zaten bir inançları var, bu inanç doğrultusunda usulen bir rapor edinilmesi lazım, o raporun da sonra sanki kanıtmış gibi kullanılması lazım. O rapora danışanın bütün psikolojik öyküsü yazılsa, mevcut şikayetleri bu arkaplan eşliğinde değerlendirilse amaçları hasıl olmayacak, o yüzden amaca yönelik ve birçok hakikati sansürleyen bir rapor oluşturuluyor.

Bu raporda danışanın ayrıntılı hayat hikayesi, geçmiş travmaları, geçmiş psikiyatrik öyküsü, benimle yaşadığı terapi süreci, psikolojik tanıları, yaşadığı psikolojik riskli durumlar vb. hiçbiri yok. Sadece bir cinsel saldırı beyanı ve buna bağlı olduğu düşünülen psikolojik şikayetler var, arada da zorunlu nedensel ilişki kurulmuş.

Bütün bu belirttiğim nedenlerle bu raporun hiçbir bilimsel standarda uymadığını belirten en azından üç uzman raporu[11] dava dosyasında mevcut. Bu üç rapora ek olarak, psikolojik rahatsızlıkların iddia edilen olayla ilgisi olmayabileceğine, daha önceden ortaya çıkmış bulgular olabileceğine, daha önceki travmalarıyla ve kişilik yapısıyla ilgili bulgular olabileceğine, terapistin onu psikiyatriste sevk etmesine neden olan bulgularla benzer olabileceğine ve iddia edilen olayın beyan edildiği gibi gelişmiş olmasından emin olunamayacağına dair bizzat danışanın aldığı rapora dayanak teşkil eden psikiyatrik değerlendirmeyi yapan psikiyatristin uzman görüşü dava dosyasında var.[12]

Dolayısıyla ne telefon mesajının ne de bu adli tıp raporunun bu kadar çürütüldükten sonra kanıt olarak kabul edilmesi mümkün değil. Mahkemeler de kararlarında bunları net kanıtlar olarak niteleyemiyorlar zaten. Bütün olay kanaat üzerinden dönüyor, net kanıt olmasa da bu tür parçalar o kanaatin oluşturulmasında kritik bir işlev görüyorlar. Meselemiz hakikat ve adalet değil de meşrebimize uygun bir kanaat icat etmek olduğunda gayet elverişli bir yol.

 

  1. Zaman aşımı

Adli süreç 2016 Sonbaharında başladı. Türkiye’de o yıl başlayan yargıdaki büyük ihraçlar ve sürekli yer değiştirmeler nedeniyle bu davada kısa sürede beş ya da altı savcı değişti. İfademi alan, kaçıncı olduğunu şimdi hatırlayamadığım savcı, “olay olmuş olsa bile karşı tarafın iddia ettiği gibi nitelikli değil, basit cinsel saldırı olduğu, bu yüzden altı aylık şikâyet süresine tabi olduğu ve süre geçtiği için” soruşturmanın düşmesine karar vermişti (Aralık 2016). Karşı taraf itiraz etti ve bu itiraza bakan hâkim son seans tarihinin saptanması için kamera ve cep telefonu sinyal kayıtlarının incelenmesine karar verdi. Gelen kayıtlarda zaman aşımı süresinin geçmediğine dair hiçbir bulgu yokken, sanki itiraz hâkimi böyle bir koşullu karar vermemiş gibi, yeni gelen başka bir savcı alakasız gerekçelerle davayı açtı ve başka bir hâkim de davayı kabul etti (Haziran 2017). O aşamada tam olarak nasıl bir sürecin işletildiği hala meçhul.

 

  1. (Sosyal) medya manipülasyonu

Kasım 2017’de başlayan mahkeme sürecinin ortalama üçer ay arayla yapılan ilk dört oturumu, bizzat şikayetçi tarafın isteği ile son karar duruşmasına (Ocak 2019) kadar gizli olarak yapıldı. Son duruşmadan birkaç gün önce şikayetçi taraf bir gazeteciyi seçerek, ona dava dosyasından bazı seçme belgeler veriyor ve tek taraflı bir biçimde haber yaptırıyor. Ertesi gün sosyal medyadan bu haberin linki ve benim ismim verilerek ağır bir saldırı başlatılıyor ve “gizli” duruşmaya katılım çağrısı yapılıyor. Duruşmaya gidildiğinde her nasılsa gizlilik kararının yok sayıldığı ve mahkemeye manevi basınç uygulamak üzere onlarca kişinin mahkeme salonuna alındığı anlaşılıyor. Bunun üzerine avukatlarım bu duruma itiraz edip düzelttiriyor.[13] Bu duruşma, basın ve sosyal medya manipülasyonunun bir mahkeme kararı üzerinde nasıl etkili olabileceğini gösteriyor.[14]

 

 

BÖLÜM 3

GÖZLEMLER – YORUMLAR

 

  1. Kadına yönelik (cinsel) şiddet Türkiye’nin en önemli meseleleri arasındadır

Dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de dezavantajlı tüm sosyal gruplara ve bu çerçevede kadınlara yönelik her tür şiddet (fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik vb.) en önemli meseleler arasındadır. Kadına yönelik şiddetin en eski ve en derin nedeni erkek egemen toplumsal ilişkiler yapısıdır. Ben de şiddet-karşıtı mücadeleye çeşitli düzeylerde elimden geldiğince katkı sunmaya çalıştım, bundan sonra da sunmaya devam edeceğim.[15] Kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin kuşkusuz en önemli taşıyıcısı, son yılların en dinamik ve en renkli sosyal hareketi sayılması gereken Türkiye kadın hareketidir. Bu hareketin bileşenlerinin ısrarlı çabalarıyla Türkiye toplumunun genişleyen kesimlerinde kadına yönelik şiddete karşı artmakta olan bir hassasiyet oluşmuştur ve bu gayet sevindirici bir durumdur. Bu hassasiyet, süreklilik arz eden kadın cinayetleri ve kadınlara/çocuklara yönelik cinsel taciz/saldırı haberleri karşısında kimi kesimler açısından infial derecesine ulaşmıştır.

 

  1. Kadının beyanı neye esas?

Kadına yönelik şiddetle mücadelede yaygın popülerliğe ulaşmış ilkelerden başlıcası “kadının beyanı esastır” ilkesidir. Bu meselede hassasiyeti olan kesimlerin büyük çoğunluğu için bu ilkenin açılımı “kadının beyanı ciddiye alınmalı, hasır altı edilmemeli, usulüne uygun soruşturulmalı ve ona göre hukuken ne gerekiyorsa yapılmalı” iken, hareketin daha dar ama radikal ve dogmatik bir kesiminde ise bu ilke bir süredir “kadın ne beyan ediyorsa, fazla kurcalamadan ona inanmalı ve fail-erkeğin her türlü cezalandırılması için hukuk-içi ve hukuk-dışı ne gerekiyorsa yapılmalıdır” şeklini almıştır. Bu kesimin daha bilinçli üyeleri, sorulduğunda size “tabii aslında kadının beyanı soruşturma için esastır, hüküm için değil” diyeceklerdir, ama hemen ardından şunu da ekleyeceklerdir: “Bir kadının cinsel taciz/saldırı iddiası karşısında şüpheli erkek suçsuzluğunu kanıtlamak zorundadır.”[16] Dolayısıyla hızlı bir dönüşle tekrar aynı yere geliyoruz. Çoğu durumda bu tür iddialar karşısında “suçsuzluğu kesin ispatlamak” gibi bir durum imkansızdır.[17] Net olarak ispatlanamadığı bir durumda hüküm için yine “kadının beyanı esas” haline gelmiş oluyor. Bütün bu yorum ve pratik, evrensel hukukun temel ilkeleri olan “masumiyet karinesi” (suçlanan herkes ispatlanana kadar masumdur; ispat yükümlülüğü, iddia eden taraftadır) ve “şüpheden sanık/şüpheli yararlanır” gibi ilkeleri tamamen tersine çevirmekte, cinsel taciz/saldırı iddiası ile karşılaşan kişi, sürece “şüpheli/masum” olarak değil, “zaten suçlu” olarak başlıyor ve türlü patinajlarla aslında suçlu olmadığını kanıtlamaya çalışıyor.[18]

 

  1. Asılsız cinsel taciz/saldırı iddiası olabilir mi?

“Kadının beyanı esastır” ilkesi kuşkusuz, yüzlerce/binlerce yıldır hüküm süren ataerkil düzenin yakın zamanlara kadar kadınların beyanlarını/haysiyetlerini ciddiye almamış olmasına bir tepki olarak ortaya çıkıyor. Nasıl ki erkek-egemen zihniyet cinsel taciz/saldırı iddiaları karşısında kadınların aleyhine bir önyargıyla davranıp iddialara baştan inanmazlık ile yaklaşıyorsa, şimdi de tam tersi bir şekilde bir kesim açısından baştan iddianın doğru olduğuna dair bir inançla başlanıyor. Bu inanç da cinsel taciz/saldırı iddiasını yapmanın çok zor bir şey olduğu, bu iddiaları yapan kadınların birçok ve ağır kaybı/riski göze alarak bunu yaptıkları için asılsız cinsel taciz/saldırı iddiası gibi bir şeyin olamayacağı akıl yürütmesine dayanıyor. Bu akıl yürütme, çoğu dönem, kültür ve birey için geçerli olsa da mesele maalesef siyah-beyaz basitliğinde ele alınabilecek bir mesele değil, çok daha karmaşık bir durum söz konusu.

Değişik bilimsel araştırmalara göre cinsel saldırı olgularının çoğunun rapor edilmediği, rapor edilenlerin de %2 ila %90’nın asılsız olduğu bildirilmiştir.[19] Asılsızlık oranını %0 bulan hiçbir araştırma yoktur. Oranların ihmal edilebilir düzeyin çok üzerinde olması konunun hassasiyetini oldukça arttırmaktadır.

Kadınlara yönelik cinsel şiddetle mücadele etmek için son yıllara ABD’den başlayıp dünyaya yayılan “Me Too” (“Ben de cinsel saldırıya uğradım”) hareketinin amaçlarının ve çok önemli kazanımlarının dışında mağdur olmayı yücelten bir kültürel iklim yarattıkları için ciddi derecede asılsız taciz iddiasına yol açtığını ve kamusal olarak mağduriyetini ilan edenlerin eski zamanların aksine bu mağdur rolünden sosyal bir kabul, onanma ve özdeğer devşirebildiklerini iddia eden görüşler dile getirilmeye başlanmıştır.[20] Hatta mesele Batı ülkelerinde öylesine ciddiyet arz etmeye başlamıştır ki asılsız cinsel taciz iddiasına maruz kalan erkeklere özel klinikler ve programlar açılmaya başlanmıştır.[21] Asılsız cinsel taciz/saldırı iddialarına maruz kalmak, her düzeyde oldukça yıkıcı, travmatik  etkilere yol açmaktadır.[22]

Asılsız cinsel taciz iddialarının nedenlerine yönelik literatürde birçok faktör bildirilmiştir: Başını beladan kurtarmak için kabahatine mazeret bulma, öfke-intikam, sempati-dikkat çekme ihtiyacı, ruhsal bozukluk (sınırdurum, anti-sosyal, histerionik kişilik bozuklukları, hezeyanlı bozukluk, madde intoksikasyonu), suçluluk-pişmanlık, maddi veya manevi kazanç elde etmek için uydurma, yanlış yorumlama, asılsız anı, diğer uzmanlar tarafından yanlış yönlendirilme, cinsiyet politikası. İncelenen vakaların çoğunda birden fazla motivasyon kaynağı olduğu ve %10-35 vakada da motivasyonun saptanamadığı veya asılsız suçlamada bulunanların bunu neden yaptıklarını bilmedikleri bildirilmiştir.[23]

Terapistlere yönelik asılsız cinsel taciz iddialarında en fazla bulunan hasta grubu sınırdurum kişilik zorlukları yaşayan hasta grubudur[24] ve asılsız iddiaların psikoterapi alanında özellikle artış gösterdiği bildirilmiştir.[25] Terapistlere yönelik asılsız cinsel taciz iddialarının arkasında yatan nedenler arasında yalan, intikam, ruhsal bozukluk, yeniden ortaya çıkartılmış anılar, başka bir terapistin yönlendirici telkinleri, istenmeyen bir tedaviden kaçış ve maddi kazanç gibi faktörler sayılmıştır.[26] Burada ayrıntısına girmiyorum ama söz konusu davada da burada sayılan faktörlerin çoğu geçerlidir.[27]

Bilimsel çalışmaların da ortaya koyduğu gibi, “asılsız cinsel taciz/saldırı iddiaları olabilir” demek, cinsel taciz/saldırı iddialarının büyük çoğunluğunun sahici olduğu ve bu meselenin çok önemli bir mesele olduğu gerçeğini değiştirmez, ama bizi kolaycı/ezberci yaklaşımlardan korur; masumiyet karinesini korumanın önemini ve linççi yaklaşımların tehlike çapını gösterir. Aksini iddia etmek tamamen özcü[28] [essentialist] bir yaklaşımdır ve gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla, gerçek cinsel taciz/saldırı mağdurlarına uzun vadeli bir şekilde yardım edebilmek istiyorsak, toptancı yaklaşımlara hapsolup hakikat ve adalet derdinden vazgeçemeyiz; toptancı yaklaşımların yeni mağdurlar yaratmasına izin veremeyiz; zira böyle davranırsak uzun vadede hareket güvenilirliğini yitirir, çürür ve gerçek mağdurlara gereken yardımı yapamaz hale gelir.

 

  1. İnsan hafızasının yeniden-kurgulayıcı [reconstructive] niteliği

Genel olarak insan hafızasının nasıl çalıştığı konusunda dünyanın en önde gelen uzmanlarından biri olan Prof. Elizabeth Loftus, “yeniden ortaya çıkartılan anılar”[29] hareketini inceleyerek bu konudaki en yetkin eseri vermiştir.[30] Loftus, insan hafızasının bir fotoğraf makinesi veya video kamera gibi çalışmadığını, her zaman yeniden-kurgulayan bir yapısı olduğunu vurgulayarak, hatırlandığı düşünülen anıların başkaca bir kanıt olmadığı sürece güvenilir olamayacaklarını açıklamıştır. Çünkü insan hafıza sistemi, duygusal durumlardan epeyce etkilenerek seçici olarak (öznel biçimde) algılar, seçici olarak depolar ve her zaman yeniden kurgulayarak seçici olarak hatırlar. Loftus’un birçok bilimsel deneyle de gösterdiği gibi, insan hafızası geçmişte olmuş olayları gerçeğe yakın veya epeyce uzak bir şekilde hatırlayabildiği gibi, hiç olmamış olayları da büyük bir inançla olmuş gibi hatırlayabilir. “Yeniden ortaya çıkartılan anılar” hareketinin dayandığı psikoterapi çalışmalarında da terapistlerin uygunsuz yönlendirmeleriyle asılsız istismar anılarının hastaların hafızalarına “ekildiği” ve bir süre sonra hastaların bu ekilen anılara güçlü bir şekilde inandıkları ve buna göre eyleme geçtikleri görülmüştür.

Ek olarak, özellikle sınırdurum kişilik yapısına sahip hastaların çocuklukta veya sonrasında cinsel istismara uğradıklarını işaret eden anılara, başkaca bir kanıt olmadığı sürece, bu hastaların duygusal zorluklarına bağlı olarak çarpıtmaya müsait yapıları nedeniyle sadece beyanlarına dayanarak güvenilemeyeceği bildirilmiştir.[31]

“Yeniden ortaya çıkartılan anılar” hareketi, çocuklukta cinsel istismar mağduru kadınlara yardım gibi ulvi bir amaçla yola çıkmış olmasına rağmen, ideolojik körlüğü ve yarattığı kitlesel histeri nedeniyle hem binlerce yeni (bu sefer erkek) mağdur yaratmış hem de güvenilmezlik yaratarak gerçek cinsel istismar mağduru kadınlara yarardan çok zarar vermiştir. Dolayısıyla tartıştığımız mesele körü körüne inanmakla körü körüne inanmamak basitliğine sıkıştırılabilecek veya egemen kültürel iklimin rüzgarına bırakılabilecek bir mesele değildir.

 

  1. Terapistler asılsız cinsel taciz/saldırı iddialarına en fazla maruz kalan meslek grupları arasında

Psikoterapistlere yönelik cinsel taciz iddiaları konusunda uzmanlaşmış olan Hedges,[32] erken çocukluk döneminde ağır travmatik yaşantılara maruz kalmış hastaların psikoterapide oldukça ilkel (veya “örgütleyici” tabir edilen) aktarımlar[33] geliştirdiklerini, terapiste bağlanmaktan ölesiye korktuklarını ve bağlanma, yakınlaşma ihtimali belirdiğinde o ihtimali bertaraf etmek için çocukluk dönemlerinden taşıyıp getirdikleri istismar edilme, zarar görme anılarını sanki terapist yapmış gibi bilinçdışı olarak yeniden kurguladıklarını, bu yüzden büyük bir husumetle terapisti suçlayarak terapiden kaçtıklarını belirtmiştir. Hedges’e göre, incelediği yüzlerce terapistlere yönelik asılsız cinsel taciz suçlamasının arkasındaki aktarım mekanizması budur. Hedges’in vurguladığı en önemli noktalardan biri, bu tür durumlarda hastaların terapistlerinin kendilerini istismar ettiklerine güçlü bir şekilde inanıyor olmaları ve dinleyenler açısından beyanlarının gayet inandırıcı görünebilmesidir.

 

  1. “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar”[34]: Totaliterlik, fanatizm ve linç

Toplumun genişleyen kesimlerinin cinsel taciz/saldırı meselesinde giderek daha duyarlı hale gelmesi gayet sevindirici. Mağdurlara veya mağdur iddiasında olanlara sempati ve destek göstermek, soruşturmaların ve yargılamaların düzgün yapılmasını talep etmek, bunları izlemek oldukça gerekli. Bütün bunları sağduyulu bir akılcılık çerçevesinde de yapabiliriz, gayet totaliter/otoriter bir fanatizm[35] eşliğinde de. Daha önce de belirttiğim gibi, bu konuda duyarlı olan insanların büyük çoğunluğunun fanatizmden uzak durduğunu ama belli bir kesimin fanatizme teslim olduğunu ve bu konudaki sağduyulu ve farklı sesleri saldırganlıkla sindirdiğini görüyoruz. Bu, herkesin bildiği ama linç edilme korkusuyla dile getiremediği bir sır.

Bu insanların bir an durup gerçek hayatlar hakkında konuştuklarını ve bilmedikleri bir konuda bilmedikleri hayatlar hakkında sadece önyargıları üzerinden bir tutum aldıklarını anlamalarını isterdim. Herkesin hâkim, herkesin savcı ve herkesin cellat olduğu bir dünyanın hepimizin irkilmesi gereken olağanüstü korkunç bir dünya olduğunu görmelerini isterdim.  Ama empatinin Zümrüdüanka kuşu kadar nadir hale geldiği bu coğrafyada bunun zor olduğunu biliyorum. Her vakanın tekil bir vaka olduğunu ayırt edemeyen, bütün birikmiş öfkesini her önüne çıkana ve belki de kendisine en yakın olan, en yakın olduğu için de en çok etkilenecek insana yöneltmekten çekinmeyenlerin ülkesinde bunun imkânsız olduğunu biliyorum. Maalesef dizginsiz bir kıyıcı enerjinin her gün öyle ya da böyle birilerine kıydığı, anlamak ve tamir etmekten çok “hain” bulmak, yaralamak ve yok etmek peşinde olan bir toplumsal ve politik kültür havzasındayız. Ve maalesef hiçbir toplumsal kesim veya siyasi eğilim bu kültürden bağışık değil. En muhalif ve demokrat gibi görünen hareketlerin bazı kesimleri içinde bile bu kıyıcı/kırımcı haletiruhiye kolayca tetiklenebiliyor. Tahakküm ilişkilerine karşı olduklarını iddia edenler bir anda bütün tahakküm manipülasyonlarını sergilemekten çekinmeyebiliyorlar.

Daha dava başlamadan önce suçlu olduğuma karar verenler olduğunu biliyorum. Suçlu olduğumu ispatlamak için meslek ilkelerini aşan ve hiçbir bilimsel standarda uymayan rapor düzenleyenler, olaylardan hiç haberi olmayan gencecik öğrencilerime gidip “suçluluğumu” saatlerce anlatanlar, tek taraflı ve tamamen tetikçi saiklerle haber yapanlar, söylediklerimi cımbızlayarak kolektif algıyı şekillendirmeye çalışanlar, meslek ahlakım gereği sustukça susmamı suçluluğuma delil sayanlar, geçmişimi kurcalayıp konuyla hiçbir ilgisi olmayan ayrıntıları büyük bir zevkle ortaya dökenler olduğunu biliyorum. Benim hakkımda en ufak olumlu sözcük sarf edene, olayların göründüğü gibi olmayabileceğini söyleyenlere bana reva gördükleri cezanın bir benzerinin reva görüldüğünü de biliyorum. Üstelik ben statü sahibiyken yüzüme gülenlerin, peşimde dolananların, o statü kaybolduğu anda nasıl şikayetçi/iftiracı olabildiklerini, mağduriyet kuyruğunda kendilerine bir yer bulabilmek için uğraştıklarını da biliyorum. Bir de yıllar içinde yine konuyla hiç ilgisi olmayan çeşitli kişisel, mesleki veya politik nedenlerle bir şekilde bana karşı haset, husumet ve hınç biriktirmiş olanların düşene-vurmak-sevaptır fırsatçılıkları var. Alçalmanın sonu yok, biliyordum ama, iyice öğrenmiş oldum.[36]

Bana bütün bunları yaşatanların vicdanlarının tam da erkek olduğum için benim yaşadıklarıma kör olduğunu biliyorum. Tıpkı çoğu erkek nasıl yüzyıllardır kadınların yaşadıklarına kör ise, onların da bu “kadın-erkek savaşında” benim acıma kör olmayı tercih ettiklerini ve etmeye devam edeceklerini biliyorum.  Onların bir kısmını yine de en derinde var olduğuna inandığım insanın adalet duygusu ve bilincine havale etmekten başka bir şey gelmez elimden.  Ama bilerek isteyerek ve planlı bir biçimde mesleğini kötüye kullananları af etmem mümkün değil.  Çünkü bunu başkalarına da yapacaklar. Biliyorum.

Başıma bu gelenler sayesinde asılsız suçlamaların insana neler yaptığını görmüş oldum. Hastaların doktorları öldürebileceğine inananlar, hastaların doktorlarının bütün haysiyetini yerle bir edecek asılsız suçlamalar yapabileceğine inanmadılar. Terapi sürecinde bir ömür boyu birikmiş öfkelerin, geçmiş taciz/travma deneyimlerinin acısının terapiste yönelebileceğine inanmadılar.  Kişiliğin bu tarz suçlamaların yapılmasında nedensel bir faktör olabileceğine inanmadılar. Bir kanıtı olmayan, tam tersine aksi yönde birçok bulgu söz konusuyken böyle bir suçlamanın tamamen afaki bir şekilde haklı sayılmasının ve haklı görülmek için de her yolun mubah sayılmasının büyük bir adaletsizlik yaratacağına inanmadılar.

Yerel mahkemedeki son duruşma öncesi medya ve sosyal medya üzerinden mahkemeyi etkilemeye yönelik gayet planlı bir operasyon yürütüldü. Linç[37] edildim. Karar sonrası bu kampanyaya aktif katılım sağlayanlardan biri “biz öncesinde hâkim hanımla konuşmuştuk ve elinden geleni yapacağını söylemişti” diye bir tweet atıp 5-10 dakika sonra sildi. Başka biri “haklı olup olmaması umurumda değil, bir erkek kadına yönelik cinsel tacizden mahkûm edildi ya, önemli olan bu” diyebildi. 10 yıldır terapide izlediğim, çocukluğunda çok ağır cinsel travmalara maruz kalmış olan, şu an yetişkin bir kadın danışanım bu olaydan sonra seansta gözyaşları içinde ve büyük bir kızgınlıkla bana yazdıklarını okudu. İzin almış olarak küçük bir kısmını paylaşıyorum: “Benim haklarımı savunduğunu iddia edenler en insani hakkımı, yaşadığım tüm cinsel tacizleri sayesinde hatırladığım ve yaralarımı sarmam için çırpınan terapistimi cinsel saldırgan ilan edip benden kopartmaya çalışabiliyor.” Bu üç alıntı aslında durumu yeterince özetliyor.

Hiçbir kanıta dayanmayan bir şikâyet, benim sadece bir suçlu değil ama bir canavar ilan edilmeme, insan öldürenlerle aynı imza kampanyasının hedefi olmama yetmişti. Bunları yapanlar sadece bana değil, yakınlarıma ne yaptıklarını, onları neyle yüz yüze bıraktıklarını bir an bile düşünmediler.

Her iddia büyük bir ciddiyetle araştırılmalı kuşkusuz, ancak iddianın kanıt sayılması ve bunun yeterli görülmesi birçok durumda yeni adaletsizlikler yaratabiliyor ve bu duruma dikkat edilmezse korkarım temel derdi eşitlik/adalet olan bir hareket, tarih boyunca birçok örneğini gördüğümüz gibi, kendi başarısının kurbanı olabilir.[38] Bunu daha fazla tartışmanın bana düşmediğini, düşmeyeceğini biliyorum. Sadece bunun ihmal edilemeyecek, üzerinden atlanamayacak çok ciddi bir mesele olduğunu vurgulamak istiyorum. Ben bu konuda bir ideolojik kavganın veya “kadın ve erkek cinsiyetleri arasındaki bir savaşın” parçası değilim. Bu benim hayatım, gerçek bir hayat. Bu benim durumum, tekil bir durum. Ben gerçek bir insanım. Sadece kendi gerçekliğini bilen bir insan.  Suçsuzluğumu biliyorum.

Ancak bu totaliter/fanatik bakış açısının her bir tekil vaka için sahici bir hakikat ve adalet derdi yok, onun yerine genel ve soyut adaletsizliği gidermek istiyor. Bu genel dava uğruna arada bazı tekil vakalarda hakikat bükülmesi ve kimi masum insanlara büyük haksızlıklar yapılması pek de önemli değil. Bu zihniyet için benim gibilerin uğrayabileceği zarar, savaşan devletlerin öldürdükleri sivillere taktıkları isimle anılabilir: Yan (ikincil) hasar (collateral damage). Asıl büyük ve ulvi dava uğruna hem göze alınması hem de gözden ırak tutulması ve ihmal edilmesi gereken bir tatsızlık!

Bu kesim,[39] fanatizm üzerinden bu tatsızlığı kolayca göze alıyor ve meseleye net dost-düşman ekseninde bakıyor, kuşkuya yer yok. Gözden ırak tutma kısmı biraz daha çapraşık, onun için sadece “faili” linç etmek yetmiyor, “acaba?” diye soran, farklı duruşlar sergileyenlerin de linç edilip sindirilmesi gerekiyor. “Total” düzen ve huzur ancak o zaman sağlanacak. O yüzden bu kesim büyük bir enerji ile hain arama, itiraf ettirme, özeleştiri verdirme mesaisi harcıyor. Saf bir şekilde şunu sorabiliriz bu noktada: Adam suçlanmış, yargılanmış, ceza almış, hayatta bir sürü şeyini kaybetmiş, daha ne isteniyor da hala “fail-adama” ve “acaba?” diye soranlara saldırılıyor? Cevabım şu: Saldırmak zorundalar çünkü aslında hiç emin olmadıkları ve olamayacakları bir konuda sürekli kendilerini ikna etmeleri gerekiyor. Kendilerinden emin olsalar, farklı duruşlar/yorumlar o kadar rahatsız edici olmayacaktı. Ama durum öyle değil. Durum, bu totaliter/fanatik kesimin imkânsız ikilemine işaret ediyor: Bir yandan masumiyet karinesini hiçe sayıp fail olarak gördükleri kişiye “suçsuzluğunu ispatla” diyorlar, öte yandan bu kişi suçsuzluğunu ispatlamaya çalıştığında ya da başkaları bu konuyu kurcaladığında çok sinirleniyorlar, çünkü o zaman da kadının beyanına inanılmamış, yani kadına bir tür yalancı denilmiş oluyor, bu da çok büyük bir suç. Dolayısıyla suçlananın suçsuzluğunu ispat edebilmesi gibi bir seçenek zaten fiilen masada değil bu zihniyet dünyasında.

Bu zihniyet, güya karşıtı olarak mücadele ettiği baskıcı sistemlerin/ideolojilerin totaliter tarzını aynen sahiplenip yeniden üretiyor ve fail olarak damgaladıkları kişilerin net olarak sosyal ve simgesel ölümlerini talep ediyor. İşleseniz de işlemeseniz de suçunuzu itiraf edip itirafçı olacaksınız ve belki sizi birkaç yıl sonra affedecekler ya da onların damgasına rağmen hala masumum diyorsanız artık ölümlerden ölüm beğenin.

 

BİTİRİRKEN

Bu süreç bana çok şey öğretti. Hayatta statü, iş, meslek sahibi olmanın hiçbir önemi olmadığını, önemli olanın sizi sarıp sarmalayan ilişkiler olduğunu öğretti. Herkes bunu bildiğini sanabilir, ama hiç kimse hayatla sınanmadığı sürece bunu gerçekten bilemezmiş. Bu süreçte lekelenmeyi ve saldırılmayı göze alarak bana destek olma cesaretini gösteren, başta sahici dostlarım ve ailem olmak üzere, herkese minnettarım. Büyük bir yük taşıyan değerli avukatlarıma özel olarak teşekkür ederim. Maruz kalabilecekleri psikolojik terör nedeniyle açıktan olmasa da özel yollarla hâl hatır sormayı esirgemeyen, sevgisini hissettiren yüzlerce dosta, öğrencime, eski danışanıma da çok teşekkür ederim. Ve nihayet, ne kadar vurgulasam azdır, bu süreçte bütün bu olan bitene rağmen benimle terapi ilişkisini sürdüren danışanlarıma da şükranlarımı sunuyorum. Bu süreçte bütün bu güzel insanlar sayesinde nefes alabildim, kendimi zehirli havadan korumaya çalıştım.

Hayatım boyunca intikam ve kör inançların yerini eşitlik, adalet ve hukukun almasının önemini vurguladım. İntikam ve kör inançlar yüzünden bu ülkede milyonlarca insanın hayatı söndü. Benim hayatım o hayatlardan sadece birisi. Benden çok daha büyük haksızlıklara uğrayan çok sayıda insan var. Umalım ve uğraşalım ki bütün bu haksızlıklar karşısında eşitlik, hakikat, adalet ve hukuk öne çıkabilsin.

 

xxx

[1]  Bu metin 13 Aralık 2020 tarihinde tamamlanıp dolaşıma sokuldu. 8 Mayıs 2021 tarihinde, metin içinde belirtilen yerde tek bir dipnot eklendi (Birinci güncelleme).

[2] 17 Ocak 2019 tarihinde yerel mahkemede ceza almıştım. İstinaf mahkemesi 27 Şubat 2020’de kararını vermiş, ama bizim öğrenmemiz Eylül 2020 başlarında karar UYAP sistemine yüklenince oldu. Hala resmi tebligat yapılmış değil.

[3] Klinik psikologları, psikoterapistleri (ve hekimleri) mesleki olarak bağlayan en önemli etik ilkelerden biri gizlilik ilkesidir. Terapist, terapi seanslarında konuşulanları, danışanın bilgisi ve onayı olmadan, danışanın kendisine veya başkalarına ciddi zarar verme riskleri gibi uç durumlar dışında, hiç kimse ile paylaşamaz. Eğer terapist, danışanın şikâyeti sonucu bir dava ya da soruşturma sürecine “şüpheli” olarak dahil olmak durumunda kalırsa, o resmi süreçlerde kendisini savunmak zorunda olduğundan bu gizlilik ilkesi askıya alınır ve gereken bilgi ve belgeler resmi mercilerle paylaşılabilir. Ama bu, bütün bilgilerin/belgelerin resmi merciler dışında kamuoyuyla paylaşılabileceği anlamına gelmez. Söz konusu davada da savunma hakkım kapsamında danışanla ilgili bilgi/belgeler resmi mercilerle paylaşılmış, ama kamuoyuna danışanın kimlik bilgileri, psikolojik/psikiyatrik tarihçesi, tanıları, terapi süreci vb. hiçbir bilgi verilmemiştir. Bu yazıda da ayrıntıya girmeyeceğim, bu konuda kendimi büyük ölçüde kısıtlayacağım, ama neyin nasıl ve neden olduğunu anlatabilmek için de maalesef bazı şeylerden bahsetmek zorundayım. Bu dava hiç basına ve sosyal medyaya yansımasaydı, ruhlarına linç kaçmış birtakım insanlar ismime yönelik aşağılık saldırılarda bulunmamış olsaydı, ben de böyle bir yazı yazmak durumunda kalmayacak, kendi köşemde kahrolmakla yetinecektim. Ama suçlanmış olmamla, ceza almış olmamla, bunun zaten ne denli kahredici bir şey oluşuyla yetinmediler kimileri, haysiyet cellatlığına gönüllü oldular. O yüzden, çok zor da olsa, haysiyet için yazmak şart oldu.

[4] Örneğin “muhalif” cenahta yer alan ve iktidarın, yargı dahil, anti-demokratik uygulamalarını haklı olarak eleştiren bir internet gazetesi, bu konuda tamamen karşı tarafın (avukatlarının) görüşlerine yer veren, hiçbir nesnellik mesafesi barındırmayan, temel gazetecilik etik kurallarına uymayan bir haber yayınlayabildi. Ek olarak, gönderdiğim cevabı da hiçbir cevap bile vermeden yayınlamadı. Böylesi basit, temel değerlere zerre kadar önem vermeyen bir gazetenin aslında neye ne kadar muhalif olabileceğini, görüntünün ötesine geçip temel varsayımlara/yönelimlere baktığımızda eleştirdiği otoriter/totaliter iktidar zihniyeti ile ne kadar benzeştiğini sorgulamak lazım.

[5] Bu konunun ayrıntısına ikinci bölümde değineceğim.

[6] Danışanın psikolojik durumu ve terapi sürecinde yaşananlar üzerine uzun değerlendirmeler yapılabilir. Bu değerlendirmeleri kısmen dava dosyasına sundum. Oldukça zor, dalgalanmalı, ama genel olarak istikrarlı ve iyiye doğru giden, danışanı birkaç kez oldukça riskli durumlardan kurtaran bir süreç olduğunu belirtmekle yetineyim. Bu sürecin son birkaç ayı yine oldukça zor bir döneme tekabül ediyordu. Çok mecbur kalmadıkça bu konuda daha ayrıntılı bir şey yazmayı düşünmüyorum.

[7] Burada da çok ayrıntı var, ama bu ayrıntılara girmeyi gerekli görmüyorum.

[8] 17 Ocak 2019’da yerel mahkemede ceza aldıktan ve olay basına yansıdıktan sonra bizimle bağlantı kuran biri, danışanın bu olaydan sonra ilk konuştuğu kişilerden biri olduğunu, olayı kendisine basına yansıdığı gibi anlatmamış olduğunu, kendisine sadece teskin etme düzeyinde bir sarılmadan bahsettiğini, durumu basından okuduğunda şok olduğunu vb. söyledi. Biz de kendisinden ne biliyorsa yazmasını ve istinaf mahkemesinde tanıklık yapmasını rica ettik. Tanıklığını yazdı, bize gönderdi ve istinaf mahkemesinde tanıklık yapmayı önce kabul etti, ama kısa bir süre sonra o malum “linççi güruhun” kendi hayatını karartacağından korktuğunu belirtip, tanıklıktan vaz geçti. Sosyal medya linçlerinin görünmeyen yüzünde bu tür şeyler de olabiliyor. Belli ki danışan o olaylı seanstan kötü bir şekilde etkilenerek çıktı ve burada ayrıntısına girmeme gerek yok, aramızda geçenleri geçmiş travmalarının karmaşık bir şekilde tetiklendiği bir durumda geçmiş kırgınlık, öfke ve husumetlerini bana yansıtarak yaşıyordu. Ama buna rağmen olayı ilk anlattığı kişilerden en azından birine çok daha yumuşak ve “cinsel saldırı” içermeyen bir versiyon anlatmışken, olay rapor alma ve mahkemeye başvurma aşamasına geldiğinde ifadenin, çok muhtemel ki kimi “uzman” dış desteklerle, birçok yeni ek ögeyle bezenmiş olduğu görülüyor.

[9] Zamanında “danışanla cep telefonu ile iletişim kurulması uygun değildir” veya “danışana telefon mesajı gönderilmesi uygun değildir” gibi tamamen demode ve dogmatik görüşler eşliğinde bu hareketimi eleştiren kimi terapistler oldu. Böyle bir genel kural yoktur, belli ilkeler çerçevesinde gerekli olduğu durumlarda bu tür iletişim kanalları tabii ki kullanılabilir, iş telefonunuz cep telefonu olabilir, çoğu terapist de bu kanalları kullanmaktadır. Aynı dogmatik terapistlerin zamanında “online terapi yapılamaz” derken, COVID çağında online terapiye nasıl hızla uyum sağladığına da şahit olduk.

[10] Yerel mahkemenin son karar duruşmasında bu faaliyet için “kimi uzmanların çetemsi faaliyeti” demiştim, kimileri çok bozulmuştu, o yüzden artık “arkadaş ağı” diyorum. Bu öyle bir ağ ki, mesela bir üyesi hem o adli tıp raporunu hazırlayan kişilerden biri, hem mutlaka dava açılması için avukat ayarlayan, ayarladığı avukatın hem de İst. Tabip Odası’nın avukatı olmasına dikkat eden (o avukat daha sonra Tabip Odası soruşturma sürecinde de bu dosyayla ilgili kurum avukatı olarak aleyhime katkı sunmuştu), hem sağda solda aleyhime lobi faaliyetleri yürüten kişi. Yani hem “uzman”, hem savcı hem hâkim hem de cellat (Bunun böyle olduğunu bizzat o kişiden dinleyen biri de davada yazılı tanıklık ifadesi veren tanıklarımızdan biri. Bu kişi daha sonra bu tanıklığı nedeniyle çok ağır linçe maruz kaldı, işini kaybetti ve göç etmek zorunda kaldı). Bu “arkadaş ağının” bütün diğer üyeleri de bu meselede aynı katı/dogmatik çizgide faaliyet gösteren, vakayı birlikte “kotaran” kişiler. Bir de yerel mahkemedeki son duruşma sabahı, sosyal medya linçinden sonra gösteride boy göstermek isteyen bir kadın ve avukat milletvekili, kadın avukatımı arayıp davadan çekilmesi için tehdit ediyor: “Arkadaş ağı”. O uzman-savcı-hâkim-cellat kişinin daha sonra, benim de bir olayını yakından bildiğim ama akademik çevrelerde onlarca vukuatı olduğu bilinen, arkadaşı olan bir erkek profesörün cinsel taciz/saldırı olaylarını örttüğü veya duymazlıktan geldiği, kamusal alanlarda bu kişiyi taltif etmeye devam ettiği ortaya çıktı. Bu süreçte danışmak ve dertleşmek için bu konularda uzman birçok kişiyle tanıştım, konuştum. Şu çok net bir şekilde ortaya çıktı: Bu ve benzeri “arkadaş ağları” için böylesi bir iddia karşısında nasıl bir tavır takınılacağı, nasıl bir rapor hazırlanacağı, büyük ölçüde mağdur iddiasında olanla, fail şüphelisinin bu “arkadaş ağına” siyasi, ideolojik, etnik/mezhebi vb. açılardan ne kadar yakın ya da uzak oluşuna göre değişebiliyormuş. Bu açılardan sempatik gelen “mağdurlar ve failler” kollanırken, antipatik gelenlerin kolayca ipi çekilebiliyormuş. Benim durumumda, “mağdur” konumunda olan kişiye “kadının beyanı esastır” katmanına ek olarak bu açılardan da yoğun bir sempati duyulduğunu, bana ise çeşitli ağ üyeleri tarafından kısmen siyasi (solcu solcunun kurdudur) kısmen de bu konuyla alakasız nedenlerle bir antipati-husumet duyulduğunu biliyorum. Bu şablonun özet sonucu, hızlıca bir “yapmıştır o” inancı ve buna uygun süreç/malzeme hazırlanması oluyor.

[11] Bu üç rapordan biri üç kişilik adli tıp ve psikiyatri uzmanı profesörlerden oluşan bir heyet tarafından, biri bir adli tıp profesörü tarafından, biri de bir klinik psikoloji profesörü tarafından hazırlanmış raporlardır. Her rapor dava/soruşturma sürecinin değişik aşamalarında bütün dava dosyasını inceleyerek konunun farklı boyutlarına odaklanmış olmasına rağmen, hepsindeki ortak özelliklerden biri dosyaya karşı tarafın sunduğu söz konusu adli tıp raporunun problemlerine yaptıkları vurgulardır.

[12] Tek başına bu bile söz konusu adli tıp raporunun ne denli temelsiz olduğunu yeterince gösteriyor. O raporu hazırlayan uzmanlar, bu hazırlık sürecinde fikir almak için danışanı bir psikiyatri uzmanına (Prof.) da göndermişler. Sansürlenmiş bir sunum üzerinden değerlendirme yapan psikiyatr önce bu yönde bir kanaat belirtiyor ve bu değerlendirmesi adli tıp raporunun temelini oluşturuyor. Dava süreci başlayınca aynı psikiyatri uzmanından dava dosyasının temel kimi belgeleri ve belli temel sorular eşliğinde söz konusu adli tıp raporunu değerlendirmesini istediğimizde ortaya bambaşka bir tablo çıkıyor. Bu psikiyatri uzmanının dosya kapsamında bizim bazı sorularımız üzerine hazırladığı ve mahkemeye sunulan rapordan kısa alıntılar yaparsak:

“Psikiyatri uzmanının hastanın yaşamış olduğunu söylediği olayla, şikayetleri arasında uyum olduğunu ve anlatmış olduğu olaydan kaynaklanmış olabileceğini belirtmesi, olayın tam da hastanın anlattığı biçimde cereyan etmiş olduğu anlamına gelmez.” [Tercümesi: Adli tıp raporu danışanın beyanının olgusal gerçekliğine dair bir kanıt olamaz. Oysa raporda “mevcut psikolojik zorlukların yaşadığı olayın doğrudan sonucu olduğu” belirtiliyordu].

“Psikiyatristler hastanın daha önce travmaları olduğunu bilseler sonuç bölümünde hastanın mevcut tanısının şimdi yaşamış olduğunu söylediği olay yanında daha önceki travmalardan da etkilenmiş olabileceğini belirtirlerdi.” [Tercümesi: Söz konusu adli tıp raporu bilerek ya da bilmeyerek çok kısıtlı (sansürlenmiş) bilgiler üzerinden yazılmıştır ve bizatihi kendisi hakikat bükücü bir işlev görmüştür].

“… iki kişi arasında yaşanmış olayın gerçekte ne olduğunu psikiyatristler olarak bilmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla da özellikle hastanın daha önce travmaları olmuş ise olayın Dr. Murat Paker tarafından anlatıldığı gibi olmuş olma ihtimalinin tamamen dışlanabileceğini söylemek mümkün değildir.” [Tercümesi: Söz konusu adli tıp raporunun sanki büyük bir kesinlik varmış, olabilirmiş gibi verdiği hüküm, aslında sadece bir ihtimaldir, raporun danışanın iddia ettiği olayla belirttiği psikolojik şikayetler arasında zorunlu nedensel bağ kurma hamlesi boşluktadır].

[13] Ama bu da sosyal medyada sanki “suçluluğumu örtmek için gizlilik talep ediyormuşum” gibi bir hakikat bükücülüğü ile sunuluyor.

 [14] Sonradan öğrendiğimize göre, son duruşmadan bir süre önce bu davada şikayetçi tarafa destek veren “arkadaş ağı” bir toplantı yapıp, böyle giderse davanın kaybedileceğini, o yüzden mutlaka medya ve sosyal medyanın devreye sokulması gerektiğini kararlaştırıyor ve bu manipülasyonu örgütlenmeye başlıyor.

[15] Örneğin: M. Paker (1 Mart 2005). Erkek şiddetini besleyen faktörler.

  1. Paker – N. Düzel (3 Nisan 2006). İktidarı kaybedenin şiddeti artar.

[16] Nitekim, karşı tarafın avukatlarından biri, yerel mahkemenin kararından sonra basına benim “suçsuzluğumu kanıtlayamadığım” yolunda demeç vermiştir.

[17] İlk iki bölümde belirttim, söz konusu dava dosyasında şikayetçi tarafın iddialarını kanıtlayan ciddi bir kanıt olmamasına rağmen, muhtemeldir ki bizim mahkemeye sunduğumuz ifade, belge ve tanıklar, “suçsuzluğumu kanıtlamaya” yeterli görülmemiş. Başka ne yeterli olabilirdi anlayabilmek mümkün değil tabii, belki “ben o günlerde yurtdışındaydım, bakın uçak/pasaport bilgilerim” ya da “ben aslında terapi seanslarında ne olur ne olmaz diye gizli kamera kullanırım, buyurun seyredin” gibi şeyler bekleniyor herhalde.

[18] Bu temel hukuki ilkelerin tamamen tersine çevrilmesinin Türkiye’de bolca rastladığımız politik davalardaki durumla ne denli paralel olduğuna dikkat edelim. Bu davalarda da bu sefer kadının değil de “devletin/hükümetin/başkanın beyanı esas alınıyor”, devlet kimin nasıl suçlu olduğuna baştan karar veriyor, suçlanan kişiler suçsuz olduklarını anlatmak için yırtınıyorlar ama çoğu durumda yargı süreçlerinde “suçsuzluklarını ispat edemiyorlar” çünkü “kanıtlar” ve “kanaatlar” uygun şekilde imal edilmiş oluyorlar. Masumiyet karinesini hiçe sayan bu iki dava tipinden hangisinin hangisini etkileyip belirlediğini sormak beyhude olur. Farklı düzlemlerde de olsa çok benzer bir zihniyet birbirlerini etkileyip besleyerek benzer bir iş görüyorlar. Masumiyet karinesi gibi çok temel bir ilkeyi, şu ya da bu nedenle yıkarsanız, bu yıkımı her alana bulaştırmanın yolunu açmış olursunuz.

[19] O’Neal, E.N., Spohn, C., Tellis, K., White, C. (2014). The truth behind the lies: The complex motivations for false allegations of sexual assault [Yalanların arkasındaki hakikat: Asılsız cinsel saldırı suçlamaları için karmaşık motivasyonlar]. Women & Criminal Justice [Kadınlar ve Ceza Hukuku], 24:324-340.

Bu makalede bu konuda yapılmış değişik araştırmalar gözden geçiriliyor. %90’lık sonuç bulmuş çalışmayı bir kenara koysak bile, oranlar %2 ila %50 arasında değişiyor. Hepsi bir araya getirildiğinde polise/savcılığa yansımış cinsel saldırı iddiaları içinde %10-20 oranında “asılsız” çıkma ihtimali olduğu düşünülebilir. Bu araştırmalardaki cinsel saldırı suçu büyük ölçüde fiziksel kanıt bulma ihtimalinin epey yüksek olduğu tecavüz. Fiziksel kanıt ihtimalinin olmadığı daha hafif cinsel taciz/saldırı iddialarında asılsızlık oranlarının daha da yüksek olması mümkün.

[20] O’Neill, B. (31 Ekim 2017). #MeToo: the return of recovered memories [#MeToo: Yeniden ortaya çıkartılan anıların geri dönüşü]. Spiked.

Batı ülkelerinin metropollerinde yaşayan, eğitim ve sosyo-ekonomik düzeyi görece yüksek ve erkek-egemen değer sisteminin dışına çıkabilmiş oldukça geniş bir kadın kesimi için bir süredir cinsel tacize/şiddete maruz kaldığını ifşa etmek ve hatta bu yönde bir girişimde bulunmak ciddi bir kayıp ve utanç meselesi olmaktan çıkmıştır. Hatta tam aksine kadın dayanışması sayesinde ciddi psikolojik kazançlar söz konusu olabilmektedir. Bu durumun daha yavaş biçimde de olsa Türkiye’deki daha dar ama benzer özelliklere sahip bir kadın kesimi için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu davada da şikayetçi danışanın isminin baş harfleri bile basında yer almamış, yakın çevresi ve onu destekleyen kimi çevreler dışında kim olduğu bilinmemiş, bu açıdan da hiçbir sosyal baskıya neyse ki maruz kalmamıştır. Tam tersine belli çevreler içinde ciddi bir onay görmüştür.

[21] ABD’deki merkezler için: http://www.nationalcenterformen.org/index.shtml ; Kanada’daki merkezler için:  https://menandfamilies.org/sofa/

[22] Bir fikir vermesi açısından: K. Borisenko (12 Şubat 2020). The Dark Side Of #MeToo: What Happens When Men Are Falsely AccusedForbes.

FilmlerThe Hunt [Av] (2012, Danimarka). When They See Us [Bizi Gördüklerinde] (2019, ABD).

Dizi: Netflix, Criminal United Kingdom, Sezon 2, Bölüm 2.

[23] De Zutter, A.W.E.A., Horselenberg, R., van Koppen, P.J. (2018). Motives for Filing a False Allegation of Rape. Archives of Sexual Behavior [Cinsel Davranış Arşivi], 47:457–464.

O’Donohue, W. ve Bowers, A.H. (2006). Pathways to false allegations of sexual harrassment [Asılsız cinsel taciz suçlamalarına giden yollar]. Journal of Investigative Psychology and Offender Profiling [Soruşturmacı Psikoloji ve Suçlu Profili Dergisi], 3:47-74.

O’Neal, E.N., Spohn, C., Tellis, K., White, C. (2014). The truth behind the lies: The complex motivations for false allegations of sexual assault [Yalanların arkasındaki hakikat: Asılsız cinsel saldırı suçlamaları için karmaşık motivasyonlar]. Women & Criminal Justice [Kadınlar ve Ceza Hukuku], 24:324-340.

[24] Gutheil, T.G. (1989). Borderline personality disorder, boundary violations, and patient-therapist sex: medicolegal pitfalls [Sınırdurum kişilik bozukluğu, sınır ihlalleri ve hasta-terapist cinselliği: Adli tıp tuzakları]. American Journal Psychiatry [Amerikan Psikiyatri Dergisi],146(5): 597-602.

[25] Gutheil, T.G. (1992). Approaches to forensic assessment of false claims of sexual misconduct by therapists [Terapistlere yönelik asılsız cinsel taciz iddialarının adli değerlendirilmesinde yaklaşımlar]. Bulletin of American Academy of Psychiatry Law [Psikiyatri Hukuk Amerikan Akademi Bülteni], 20(3):289-296.

[26] Williams, M.H. (2000). Victimized by “victims”: A taxonomy of antecedents of false complaints against psychotherapists [“Kurbanlar” tarafından kurban edilme: Psikoterapistlere yönelik asılsız şikayetlerin nedenlerinin sınıflandırılması], Professional Psychology: Research and Practice [Profesyonel Psikoloji: Araştırma ve Uygulama], 31(1): 75-81.

[27] Yakın zamanlara kadar bu konuda üç temel faktörün varlığını düşünüyordum: 1) tüm eski travmalarında ona acı çektirmiş tüm erkeklerin sembolü olarak benden intikam almak; 2) psikiyatrik bozukluklar ve 3) başka profesyonellerin yönlendirici telkinleri. 2020 yılı sonu itibarıyla açılmış olan ve benden astronomik bir tazminat talep eden davadan sonra işin içinde “maddi kazanç” faktörünün de olduğunu düşünmeden edemiyorum. [Bu dipnot 8 Mayıs 2021 tarihinde metne eklenmiştir].

[28] Özcülük, sosyal grupların (ya da başka şeylerin) iyi veya kötü olarak tanımlanmış ve pek değişmez olarak kabul edilen belli bir özleri olduğu varsayımına dayanan bir düşünme biçimidir. Böyle olduğu için de tarihsellikten uzaktır, hayatın çeşitliliğine indirgemeci bir şekilde yaklaşır. Bütün ayrımcı ideolojiler (milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, vb.) bir tür özcülük üzerine kurulmuştur. Biz iyi/doğruyuzdur, öteki saydıklarımız kötü/yanlış. “Kadının beyanı esastır” ilkesini şu ya da bu şekilde masumiyet karinesini yok etmek için istismar edenler, kısaca “hiçbir kadın yanlış yapmaz, böyle bir ihtimal olamaz” demeye getirdikleri için özcülükten mustariptir. Oysa böyle iyi/doğru bir öz olsa, kadınların kendi aralarındaki ilişkilerde hiç arıza çıkmaması, bütün beyanların birbirini tutması gerekirdi. Hiçbir kadın, erkek (ya da herhangi bir sosyal kimlik grup üyesi) sırf o kimlik nedeniyle mutlak iyi ya da mutlak kötü olamaz.

[29] 1980’lerde ABD’de başlayıp dünyaya yayılan, asılsızlığı ve toplumsal zararları gösterildikçe 1990’ların sonunda sönen, psikoterapi-merkezli bir sosyal hareketten bu noktada kısaca bahsetmekte fayda var. “Yeniden ortaya çıkartılan anılar” hareketi olarak adlandırılan bu anlayışa göre, yetişkin kadınların çok önemli bir kısmı (belki de çoğunluğu) çocukluklarında aile içinde (özellikle babaları, dedeleri, abileri ve diğer erkek akrabaları tarafından) cinsel istismara (insest) maruz kalmışlar, bu anıları bastırmışlar ve bu yüzden hayatları boyunca birçok psikolojik zorluk yaşamaktadırlar. İyileşmek için psikoterapide bu anıların yeniden ortaya çıkartılması (hatırlanması), faillerle yüzleşilmesi ve faillerin cezalandırılması gerekmektedir. 1980’lerin başında ABD’de popülerleşen bu psikoterapi yaklaşımı yine psikanaliz içinden türetilmiştir ve kısa sürede binlerce yetişkin kadının babalarını çocukken kendilerine yönelik cinsel istismar yapmakla suçlamalarına, ailelerin dağılmasına, yıllarca süren davalara, yeni mağdurlar ve psikolojik problemler yaratılmasına, birçok intihara yol açmış ve 15-20 yıllık bir sürenin sonunda bu iddiaların büyük çoğunluğunun asılsız olduğunun anlaşılmasıyla sönümlenmiştir. Bu sonuç kuşkusuz insestin veya genel olarak cinsel istismarın ABD veya diğer toplumlarda ciddi bir sosyal problem olmadığı anlamına gelmez, ama yaratılan kültürel iklimin asılsız suçlamaların üremesine çok elverişli bir ortam yaratabildiğini gösterir.

[30] Loftus, E. ve Ketcham, K. (1994). The Myth of Repressed Memory: False Memories and Allegations of Sexual Abuse. [Bastırılmış Anı Miti: Asılsız Anılar ve Cinsel İstismar Suçlamaları]. New York: St. Martin’s Griffin.

[31] Paris, J. (1995). Memories of Abuse in Borderline Patients: True or False? [Sınırdurum hastalarında taciz anıları: Doğru mu asılsız mı?]. Harvard Review of Psychiatry [Harvard Psikiyatri Dergisi], 3.

[32] Hedges, L.E. (2002). False accusations: Genesis and prevention [Asılsız suçlamalar: Ortaya çıkış ve korunma]. American Journal of Psychotherapy [Amerikan Psikoterapi Dergisi], 56(4), s.494-507. [Türkçe Çevirisi].

[33] Psikanaliz ve ondan türemiş olan psikanalitik (psikodinamik) psikoterapilerde psikolojik yaşantıların büyük çoğunluğunun bilinçdışı (farkındalık alanının dışında) olduğu ve erken çocukluk dönemi yaşantılarının kişilik yapısı ve psikolojik problemler üzerinde temel belirleyici önemi olduğu kabul edilerek terapi ilişkisinde gelişen aktarım ve karşı-aktarım mekanizmaları kullanılarak hastanın bilinçdışı iç dünyasıyla daha yakın ve sahici bir temas haline girmesi amaçlanır. Bu sayede kendisiyle, diğer insanlarla ve genel olarak dünya ile daha az sorunlu ve daha işlevsel bir ilişkiye gireceği, psikolojik sorunların azalacağı düşünülür. Özellikle kişilik ve ilişki sorunları yaşayan kişilerin tedavisinde psikanalitik terapinin yaygın bir kullanım alanı vardır.

Psikanalitik terapide en kilit kavramlardan biri aktarım kavramıdır. Hastanın erken çocukluk dönemi başta olmak üzere geçmiş yaşantılarından ve genel olarak kişilik yapısından kaynaklanan bilinçdışı duygusal tepkilerini ve ilişkilenme tarzlarını, terapi ilişkisinde yine bilinçdışı olarak terapistine aktardığı düşünülür ve terapi boyunca bu aktarım mekanizmalarının anlaşılması, yorumlanması terapi çalışmasının önemli bir kısmını oluşturur. Aktarımla birlikte terapistin hastasına yönelik duygusal tepkileri karşı aktarım kavramıyla açıklanmakta ve onun da terapi süreci için değerli bilgiler verebileceği düşünülmektedir.

Aktarımın hastanın kişilik yapısına, psikopatolojisine ve terapi ilişkisine bağlı olarak çok çeşitli tipleri tanımlanmıştır. Kimi aktarım türleri terapi sürecini kolaylaştırıcı, derinleştirici bir rol oynarken, özellikle çok yoğun saldırgan ve cinsel yükler taşıyan aktarım türleri terapi ilişkisini oldukça zorlayabilmekte hatta bazı uç durumlarda terapinin devamını imkânsız hale getirebilmektedirler.

Gabbard, G. O. (2004). Long-term Psychodynamic Psychotherapy: A Basic Text. [Uzun dönemli Psikodinamik Psikoterapi: Temel Metin]. Washington, DC: American Psychiatric Publishing, Inc.

[34] E. M. Cioran (2000). Çürümenin Kitabı. İstanbul: Metis Yayınları [Özgün Fransızca basım: 1949].

[35] “Fanatiklik eleştirel mesafelilikten uzak bir tarzda, nesnesine mesafe koyamadan, takıntılı bir coşku, heyecan eşliğinde, bir davaya, –politik ya da dini olabilir– ya da bir konuya –sportif olabilir, hobilerle ilgili olabilir– genel sosyal normları hiçe sayacak derecede aşırı bağlanma hali olarak tanımlanabilir.”

Bkz: Mete Tunçay, Murat Paker (Söyleşi) (22 Mart 2008). Fanatizm İlkelliktirCogito, Kış 2008.

[36] Bütün bu süreçte çok değişik kesimlerden kimi insanların “düşman-öteki” ihtiyacını karşılamış olduğumu gördüm. Sırf erkek olduğum için baştan suçlu olduğuma karar vermiş olan kimi kadınlar, solcu olduğum için saldıran kimi sağcılar/İslamcılar (Akit Gazetesi başta olmak üzere), belli bir eğilimde (özgürlükçü/demokrat) solcu olduğum için saldıran kimi başka tür solcular, tıp kökenli bir klinik psikolog olduğum için saldıran kimi psikologlar, tıptan klinik psikolojiye geçmiş olduğum için saldıran kimi psikiyatristler, belli bir eğilimde (ilişkisel) psikanalitik terapi yaptığım ve eğitimini verdiğim için saldıran kimi başka tür analistler. Bütün bu insanlar, bu konularda onlardan başka türlü olduğum, bu sosyal grupların hiçbirinin tipik bir üyesi olmadığım için bu farklılığımı suçluluğumun bir karinesi gibi göstermeye çalışıp, bir yerlerde yıllar boyunca biriktirmiş oldukları kinlerini kusmak için bu olayı bir fırsata çevirmek istediler. Öyle ki bu kervana, zamanında intihal yaptığı için bir dersten bırakmış olduğum (ki yüksek lisans derslerimde dersten kalma oranı %1 civarındaydı) bir eski öğrenci de “beni de zaten hiç hak etmediğim halde şu dersten bırakmıştı, bu tacizi de yapmıştır” mealinde bir mesajla katılabildi. Uygunsuz davranışları ve kişilik problemleri nedeniyle Yüksek Lisans Programı’ndan çıkarılmaktan zar zor kurtulmuş bir eski öğrenci de beraat etmediğim belli olunca artık “uzman” sıfatıyla bir gazeteye demeç verip intikamını almış oldu. Bir düşman ya da şeytan yaratıp, kendimizi temize çekmek, kendimizi çok temizmişiz, çok değerliymişiz gibi hissetmek, yaygın olarak kullanılan eski ve ilkel bir ruhsal mekanizma.

[37] Bir de sosyal medyada üzerinizde tepinilmesinin, lekelenmenizin, hakaretlere maruz kalmanızın “linç” olmadığını iddia edenler var. Kendileri mesela benzer bir muameleye maruz kalsalar, bu tür şeylerin nasıl bir sembolik ve sosyal linç olduğunu ve denli ağır kayıplara, psiko-sosyal etkilere yol açtığını anında anlayabileceklerdir. Ama linç eden tarafta ve “güçlü/haklı” hissedilirken, linç edilenle kısmen de olsa empati kurulması adetten değildir, linç edilen insan-dışı (dehumanized) sayılacaktır ki linç edilebilsin. Sosyal medya bugün hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle büyük bir iktidar alanıdır ve her iktidar alanı gibi aşırı istismar edilebilmekte, evinde rahat koltuğunda oturan biri, aslında ötesini berisini pek de bilemeyeceği bir konuda çok net/sert/coşkulu/hakaretamiz mesajları rahatlıkla atabilmektedir. Nasıl olsa hakkında laf ettiği kişi orada yoktur, onunla yüzleşmesi gerekmez, hem iki satır lafın ne etkisi olabilir ki. Böyle yüzlerce/binlerce mesaj olduğunda bunun bildiğimiz fiziksel linçten çok büyük bir farkı kalmamaktadır: Bildiğiniz gibi birkaç yumrukla ölmeyecek olan kişi, yüzlerce/binlerce insanın attığı birer ikişer yumrukla kolayca ölebilir ve oradaki herkes de “ben tek yumruk attım, benim yüzümden ölmüş olamaz” diyebilir. Oysa bütün o tek yumruklar, o kalabalığa güvenerek, ondan cesaret alınarak ve onunla özdeşim kurmak için atılmıştır.

[38] Tarih boyunca mazlumların eşitliği/kurtuluşu amacıyla yola çıkan hareketlerin çok önemli bir kısmı, belli bir başarıyla tam ya da kısmi iktidar sahibi olduklarında oldukça zalimleşmiş ve birçok vahşi uygulamaya imza atmıştır. Ve tüm bu zalimliği de hep mazlumlar adına, kendinden hiçbir kuşku duymadan yapmıştır. Burada söz konusu olan fanatik kesimin haleti ruhiyesine bakıldığında kategorik bir fark görülmüyor. Burada da dünyaya siyah-beyaz şeklinde bakılıyor, acaba yok, eleştirel mesafe yok, farklı duruşlara/yorumlara saygıyı geçtim hiçbir tahammül yok, linç mubah vb. Gayet “erkeksi” durumlar. İşin daha da ilginç olan kısmı, oldukça ilkel bir savunma mekanizmasına [bölme – splitting] dayanan, dünyaya sadece siyah-beyaz, mutlak iyi – mutlak kötü zıtlıkları üzerinden bakabilen bu zihniyeti, bu ilkelliği ciddi derecede aşmış olması beklenen kimi ruh sağlığı çalışanlarının ve terapistlerin de sergilemiş olmaları.

[39] Tahmin edebileceğiniz gibi bu fanatik/totaliter kesime tabii ki oldukça kırgın ve kızgınım, ancak buna rağmen sadece çok azının “kötülük” üzerinden davrandığını, çok büyük çoğunluğunun kuşaklar boyunca hemcinslerinin maruz kaldığı haksızlıklara/baskıya ve kendi hayatlarında daha önce kendilerinin veya yakınlarının yaşadıkları (erkeklerin onlara yaşatmış oldukları) travmalara yönelik birikmiş öfkelerinin yakıcılığı ile davrandığını düşünüyorum. Öfkelerinde tabii ki haklılar ama bu durum, her “hedef” diye gösterileni ayrımsız yakma hakkı veremez kimseye. Buradaki yoğun aktarım mekanizmalarına da dikkat etmekte fayda var. Hakikat ve adalet her durumda önemli olmak zorundadır.

İletişime Geçin | Contact Me

Benimle iletişime geçmek için aşağıdaki formu doldurabilirsiniz.
-
You can fill out the form below to contact me.

PAYLAŞ - SHARE